Necisin? Nereden gelip? Nereye gidiyorsun? Şeklindeki soruları kendi kendimize sormalıyız. Yaratılış amacımızı öğrenmeye gayret göstermeliyiz. Bu tür şeklindeki sorular Risale-i Nur külliyatı adlı şah eserlerde okuyup cevabını öğrenmek mümkün. Konu ile ilgili merakı olan “SÖZLER” adlı kitaba müracaat edilebilir.
Bu soruların cevabı adı geçen kitapta aynen şu şekilde ifade etmekte:” Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır. Ve vazifesi çok bir misafirdir. Ve kısa bir ömür de hayat-ı ebediye ye lazım olan levazımatı tedarık etmekle mükelleftir. “ ( Sözler) şeklinde ifade ederek konuya açıklık getirmiştir. Bir başka eserinde :” İnsan bir yolcudur, sebavattan (çocukluktan) gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. (Mesnevi Nuriye.) diyerek insanın bir yolcu olduğunu uzun ve süratle ilerleyen, tükenen bir yolun yolcusu olduğunu ifade etmiştir. Bu yolculuğun çetin ve zorlu bir yolculuktur. Dağdağalı ve fırtınalı bir hayat yolculuğudur. Bunun için hazırlanmak, yol tedarikini yapmak yolcunun görevi olsa gerek.
Dünya denilen şu içinde yaşadığımız gezegen, bir bekleme salonudur. Bir menzile gitmek için bekletilen bir salon. Bu bekleme istasyonunda kısa bir beklemeden sonra sırası gelen bir bir gidecek. Dünya hayatının 60-70 sene bilemedin 100 seneden ibarettir. Ondan sonrası ayrılık, ve gözyaşı ile biten bir ayrılık. Ölüm gerçeği yaşayarak ahiret yurduna gitmek üzere sonsuzluk yurduna yolcu ediyor veya ediliyoruz.
Ben hep 70-80 yaşındaki ihtiyarlara şu soruyu sormuşum. “ Bunca yıl yaşadınız şu dünya hayatından ne anladınız ?” diyerek merak ettiğim konuyu anlamaya çalışmışım. Aldığım cevap :” Evlat, gördüğün şu an gibiyim. Gençlik, iş, evlilik, çoluk çocuk derken bastonla yürümeye mahkum bir ihtiyarlık anı gibi.” “ Bu eller neler yapmadı ki. Şu ayaklar nereleri gezmedi ki. Ama şu anda yıpranmış, ahreti arzulayan bir pir-i faniyim.” Diyerek geçmiş yıllarına hayıflanarak hasretli içini açsan binbir ah duyarsın. İnsan bu. Rüzgar gibi gelip geçen bir ömür. Geçmiş yıllarına hayıflanmış 70-80 yaşındaki dedeler. Onlara göre ne çabuk geçti ömür. Nereden, nasıl ve ne şekilde geçti bilinmeden bir bakıyorsunuz emekli olmuş ve hasta yatağında uzanmış, veya bir hastane yatak odasında baş ucunda çok sevdiği hanımı. Derin düşüncelere dalmış gençliğini, evlilik yıllarını, iş hayatını, deli dolu yıllarına hayıflanarak göz yaşı döken bir ihtiyar oluvermişsiniz. Bu soruyu kime sormuşsam hep aynı cevapla karşılaşmışım.
Gerçekten de dünya ve hayatın gerçeği bu. Ev, iş, aile, çocukların geçim derdi hepsi bir arada üst üste katlanınca insanı yıprattığını siyah saçların bembeyaz olu verdiğini göreceksiniz. Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık ve en son ölümle hayatının noktalandığını görürsünüz.
İnsan toprağa düşen bir tohum gibi dirilmek üzere giriyor. Kabir hayatı, ahiret hayatı ve enson cennet veya cehennem gibi sonsuzluk yurduna gitmek üzere yaratılmıştır. Yokluğa gitmiyor. Fenalığa gitmiyor. Yep yeni bir hayata atılıyor. Yüz yıl önce dünyaya gelen insanlar, iki yüz veya üçyüz yıl önce ölen insanların mezarlarını dahi nerede olduklarını bile bilmiyoruz. Bilinmiyor. Onlarda bizim gibi eş dost ve çocuk sahibi idiler. Onlar geldi ve gittiler bizler geldik. Bizler de gideceğiz yerimize başkası gelecek. Bu hayatın gerçeğidir. O halde bu gidişe hazırlanmak lazım. İmanla, Salih bir amelle kabre girmeye çalışmak lazım. Hayırlı işler yapmak, hayırlı evlat yetiştirmek, arkamızda dualar edecek, hayırlı hizmetler yapabilecek nesiller yetiştirmek amacımız olmalı.
Milyar yıldır insanlar dünyaya geliyor ve ölümle gidiyorlar. Nice kahramanlık destanları yazan komutanlar, ilaçları yazan tabipler, insanlara şifa dağıtın doktorlar bu ölüm gerçeğine bir çare bulmadan gidiyorlar.
O halde düşünmek lazım, Elimizden olmadan geldik ve gayri ihtiyari gidiyoruz, o halde bizi gönderen, yaşatan, sevk ve idare eden ölüm olayı ile ahiret yurduna sevk eden bir zat-i zülcelal vardır. <biz başıboş olamayız. Sahipsiz olamayız. Bizim bir malikimiz var. Bizi imtihan etmek üzere şu dünya denilen yer yüzü coğrafyasına göndermiş, bizden bir vazife isteniyor. Ona hazırlanmak, ona çalışmak insanın asli görevi vardır. En akıllı insan odur ki, ölüme ve ölüm ötesi hayat için çalışandır diyor son peygamber. Bu sese kulak vermek gerekir. Bu sesi insanların kalplerine vermek lazım. İlahi kitabımız : “ Nerede olursanız olun, sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile ölüm size ulaşacaktır.” (Nisa,78) Kabul etsek ve etmesek de ölüm hayatımızın yalın ve en gerçekçi yanını temsil etmektedir. Ölüm insan için en büyük ibret ve en etkili öğüttür. Ölüm gerçeğinden uzak olarak sürdüren hayatlar kaybolmuş ziyan edilmiş hayatlardır. Sonu da hüsrandır.
Zalim zulmü ile, mazlum ahı ile, bu dünyadan gidiyorlar. Nemrut, Firavun, Zalim Haccac, Lavrance, Lenin,Mao, Mussolini, Tito, Çavuşesko, Hitler, Abdulnasır, Hafız Esat, Miloseviç Saddam ve isimlerini daha sayamadığım nice zalimler. İnsanların kanına giren, insanları ağlatanlar. Tarih ve insanlık bunların zulmünün unutmayarak hep lanetle anımsayacaklardır. Bütün bunlar ve onların işbirlikçileri hesap gününde nasıl şiddetli bir azaba düçar olacaklarını yine ilahi kitaptan öğreniyoruz.
İnsanlıktan nasibini almamış bu vahşi barbarlarda ölecekler. Allah’ın adaleti önünde hesap verecekler. Dünya kanunları belki onları yargılamadı, caydırıcı bir önlem olmadı ama, ilahi adalet gününde yakalarını kurtaramayacaklardır diye inanıyorum.
Ölüm hiç kimseden uzak değildir. Varsın kurşun geçmez araçlarla, muhkem saraylarda oturup keyif etsinler. Fil dişi kulelerde insanların ölüm fermanlarını, plan ve projeleri çizsinler Hangi ülkeyi, nasıl ve ne şekilde işgal ederim, nasıl öldürürüm, zenginlik kaynaklarını nasıl talan ederim diye varsın düşünsünler. Katliam planlarını ve projelerini çizsinler . Mazlum ve mustazaf insanların derdin ile ilgilenmesinler Allah onları sorgulayacaktır. O zalimler için cehennem denilen azap verici bir yer vardır. Bediüzzaman hazretlerinin dediği gibi: “ zalimler için yaşasın cehennem.” Diyerek mesrurane teselli buluyoruz.